Makaleler

Ölmeyenlerin utandığı bir ülkede; acılar ancak hesap sorulduğunda yatışır!

10 Ekim günü Ankara’da, tren garında bulunan binlerce insandan biriydim ben de. Tesadüfen hayatta kalanlardanım yani…

10 Ekim’de Ankara’da sendika ve meslek örgütlerinin düzenleyeceği Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi için bir süredir hazırlık yapıyorduk. Bu miting bizim için önemliydi. Zira 7 Haziran’dan bu yana ülkenin dört bir yanından katliam ve ölüm haberleri geliyordu. T. Kürdistanı’nda sokağa çıkma yasağı ilan edilerek, mahalleler abluka altına alınıyor, keskin nişancının hedefine giren her şeye ve herkese ateş ediliyordu.

7 Haziran’da istediği sonucu alamayan Erdoğan, tüm demokrasi ve özgürlük güçlerine adeta cepheden savaş açmıştı. 20 Temmuz’da Suruç’ta siperdaşlarımız taşeronları aracılığıyla devlet tarafından katledilmiş, devamında, “teröre karşı mücadele ediyorum” adı altında devrimci ve yurtseverlere, ilerici ve demokratlara yönelik azgın bir saldırı furyası başlatmıştı. Başta T. Kürdistanı olmak üzere ülkenin dört bir yanından, her gün gözaltı, tutuklama, yargısız infaz haberleri geliyordu. Erdoğan ve çetesinin tüm bu saldırılarına karşı lokal düzeyde belli tepkiler verilse de geniş kitlelerin katılımıyla etkili eylemler yeterince yapılamıyor, eksik kalıyordu. 10 Ekim mitingi, AKP’nin bu kuşatma ve faşist saldırganlığına, vahşetle örülü katliam politikasına, işçi ve emekçilerin, yurtsever,  devrimci ve ilericilerle birlikte güçlü bir şekilde dur diyebileceği bir eylem alanı olacaktı.

Düşmanın saldırılarına karşı tek vücut olup, sesimizi birlikte yükseltecek, birbirimizden güç ve moral alacaktık. Bu anlamda umut ve heyecanla çıkmıştık yola. Bir yanımızda Cizîr ve Nisêbîn’de yaşanan vahşetin acıları diğer yanımızda buna karşı gelişen direnişin verdiği umut vardı.  Evet, en çok da umut vardı. İnsanda umut olmalı ki direniş gücü bulabilsin. Direndikçe umudu büyütebilsin. Çeşitli kentlerden, değişik kültür ve inançlardan ve de milliyetlerden emekçiler, ezilenler olarak oradaydık.

 

Bombaları patlatan devletti!

Sabah erken saatlerde indik Ankara’ya hemen herkes gibi. Diğer bölge ve alanlardan gelen yoldaşlarla ayaküstü hasret gideriyor, göremediğimiz dostlarımızla üç beş lafın belini kırıyorduk. Pankartlarımızı açmış, kortej sıralamasına dair son hazırlıkları tartışıyor, slogan listesini gözden geçiriyorduk. Bir yoldaşın “Otobüsten inerken eskiden etrafta bir sürü polis olurdu. Hayret, bugün hiç ortalıkta yoklar” sözü henüz kulaklarımda çınlıyordu. Hemen her ilde yapılan en küçük eylem ve etkinliğe saldıran, her türlü demokratik eylemi engelleyen ve azgınca saldıran devletin mitingi es geçeceğini düşünmüyordum kendi adıma. Ya giriş sırasında aramalarda, ya miting devam ederken ya da dağılırken mutlaka bir şeyler yapacaklarını, kitleye saldıracaklarını ya da en iyi ihtimalle provokasyon, çatışma ortamı yaratarak mitingi iptal etmeye çalışacaklarını düşünmüştüm. Yazık ki beklentiyi çok küçük tutmuşum. Saat 10.00’a doğru gelirken yavaş yavaş yürüyüşün başlamasıyla birlikte biz de kortejimizi oluşturmak üzere harekete geçtik.

Amacımız HDK/HDP bileşenleriyle birlikte hareket etmek, onlarla yürümekti. Herşey tam da bu esnada oldu. Kortejlerin oluşturulduğu dar alanda binlerce insan yürümek üzere hazırlık yaparken oldu herşey. Amacın bir seferde olabilecek en fazla kaybın verilmesi olduğu çok açıktı. Partizan pankartının hemen önünde bulunduğum sırada kendimi bir anda yere kapaklanmış buldum yanımdaki yoldaşla birlikte. Kulağımda şiddetli bir çınlama, büyük bir uğultuyla. Her şey o kadar çabuk oldu ki yaşadıklarımın birçoğunun ayrıntılarını hatırlamıyorum şu an. Tek bildiğim yere düşmemle karşıma çıkan tablo oldu. O gün patlamaların olduğu yerde bulunan hemen herkesin değişik boyutlarda tanık olduğu ve yaşadıklarını yaşadım ben de. Çokça anlatıldı zaten yeniden anlatmaya gerek yok.

Adeta bir savaş meydanını andıran korkunç bir görüntü vardı karşımda. Herkesin büyük bir şok yaşadığı, anlamsız hareketler yaptığı, oradan oraya koşturduğu, yüzlerce insanın can çekiştiği bir vahşet tablosuydu gördüğüm… İnsan o anda ne düşüneceğini ya da neyi, kimi düşüneceğini bilemiyor… Büyük bir karmaşa, üzüntü, öfke kasırgası, çaresizlik… Yerde can çekişen yüzlerce insan ve ne yapacağını bilemeyen oradan oraya koşturan bir o kadar insan. Tam bir can pazarı. Bu görüntünün hayatım boyunca aklımdan çıkacağını sanmıyorum. Patlama anına kadar ortalıkta görünmeyip yerde yüzlerce insan cansız bir şekilde yatarken ve bir o kadarı can çekişirken “güvenlik” için giren devleti de tabii.

Bizi katleden devlet, acımızı yaşamımıza bile tahammül edemedi. Bombalar patladıktan sonra “güvenliğimizi” sağlamak üzere gelen polis, yolları tıkayarak ambulansların girişini engelledi. Bu da yetmezmiş gibi üzerimize gaz sıkarak yaralıları “korudu”. Bakmayın siz televizyon programlarında çok önemli şahsiyetlerin durumu hafifletmeye çalışan konuşmalarına, devlet tüm gücüyle oradaydı, yanı başımızdaydı. Bizi katlettikten sonra da yalnız bırakmadı, Daha fazla ölelim diye ambulansların yolunu kapattı, yaralıların üstüne gaz attı. En küçük bir basın açıklamasına bile savaşa gider gibi hazırlanan, her mitingde eylemci kıyafetiyle ortalıkta dolaşan, devrimci ve yurtseverlerin kortejlerinden görüntü alan polis, patlama anında “yoktu”. Hatta patlamadan birkaç dakika önce alandaki resmi polisler araçlarını terk ederek bölgeyi boşaltmıştı. TV’lerde, gazetelerde parçalanmış bir şekilde görünen araç işte o polislere ait araçtı.

 

Hayatta kalmaktan utanmak…

Yani demem o ki başından itibaren devlet tarafından organize edilen, planlanan ve DAİŞ’in tetikçi olarak kullanıldığı açık bir devlet katliamıydı yaşadığımız.

Gölgesini hiçbir vakit üzerimizden eksik etmeyen devlet yine oradaydı.

Tıpkı 77 1 Mayıs’ında, Çorum’da, Maraş’ta Sivas’ta, Gazi’de; Newroz’da Cizîr’de, yakın zamanda Roboski’de, Suruç’ta olduğu gibi… Patlamanın ilki kortejimizin hemen arkasında 10 adım ötemizde diğeri ise hemen önümüzde, 3 adım ötemizdeydi. Patlamadan birkaç saniye önce yer değiştirmemiz-birkaç adım- kortejimizin hareketlenmesi sonucunda bugün tesadüfen hayattayız. Etrafımızdaki yüzlerce insan öldüğü için bize sıra gelmemiş oldu. Olayın benim açımdan en ağır yanı buydu. Hayatta kalanların, hayata kalmaktan utandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Acının çığ gibi büyüdüğü, Ege’den T. Kürdistanı’na, Akdeniz’den Karadeniz’e kol gezdiği bir iklimdeyiz artık.

Devlet iyi ve güzel olan ne varsa tüm hışmıyla saldırıyor. Geleceğe açılan her kapıya kilit vurmaya çalışıyor. Kalbimizi acıya ve yasa boğup, umudumuzu ve direncimizi kırmak istiyor. Bu çok açık. Erdoğan’ın, iktidarını korumak için ellerini kanla yıkamaktan, biz işçi ve emekçilerin kanını içmekten bir an bile geri durmayacağını çok acı bir şekilde bir kez daha gösterdi bize yaşadıklarımız. Besleyip büyüttükleri ve bugün tetikçi olarak kullandıkları tekfirci çetelerle geleceğimizi ve umutlarımızı yine bir kez daha kana boyamak isteyecekleri de kesin. Bir kez daha çok acı bir şekilde anladım ki, söz konusu devlet olduğunda olabilecek en kötü şeye karşı hazırlıklı olmalı! Basın açıklamalarımızda, eylemlerimizde, mitinglerimizde tıpkı eskiden olduğu öz savunmamızı yapmalıyız. Kendi güvenliğimizi oluşturup her şeye hazırlıklı olmalıyız! Özellikle de devrimci, ilerici, yurtsever kurumların çok daha dikkatli olması şart.

Bugün emek cephesinde devrimci, ilerici ve yurtsever tüm muhalif güçlerde büyük bir acı hâkim. Elbette yapması söylenmesi kadar kolay değil ama acımız öfkemiz dinmeden geçmeyecek. Bugün bırakalım acımız öfkemizi büyütsün. Öfkeli olmayı üzgün olmaya tercih edeceğimiz tarihi anları yaşıyoruz. Öfke duygusu biz devrimciler için önemli bir duygudur. Öfkeli olmak kötü değil iyidir. Öfke hesap sorma enerjisi taşır bağrında. Biliyoruz ki biz ezilenlerin öfkesine karşı duracak hiçbir silah icat edilmemiştir. Bırakalım öfkemiz düşmanın kalelerinde gürlesin. Acılar ancak hesap sorulduğunda yatışır!

 

(Bir Partizan)  

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu